Bilge Berze
1980 yılında Gewer, Türkçe adıyla Yüksekova'da dünyaya geldim. Beş yaşına kadar bu hüzünlü topraklarda yaşadım. Faili meçhul bir cinayetle babamı kaybedince annem apar topar iki ağabeyimi ve beni alıp İstanbul’a döndü. O günden sonra en büyük ağabeyim dışında kimse bir daha Gewer’e gitmedi. 2005 yılında ailemiz, bir büyük kayıp daha yaşadı.
Ağabeyim, Gewer’den Diyarbakır’a arabasıyla giderken çapraz ateşe tutularak öldürüldü. Katili bulunamadı ama seneler sonra örgütün kendi içinde onu infaz ettiğini öğrendik. Babamın ölümüyle depresyona giren ara ara normalleşme sınırına gelen annem, bu kayıpla majör depresyona girdi. Bu sefer ağır depresyonla mücadele dahi etmedi, kendini ona teslim etti. Ağabeyimden sonra “yaşamıyorum, sadece oylanıyorum işte” derdi. Gerçekten de ölene kadar sadece oyalandı. Hiç bir şeyle ilgilenmedi, hiç bir şeye ilgi duymadı, sadece bekledi. Yaşamdan ayrılmayı bekledi.
Senenin belli zamanlarında kısa sürelerle gördüğüm annemi kaybedeli bir sene oldu. Dürüst olmalıyım, üzülmekten ziyade bir rahatlama duygusu yaşadım annem ölünce. Aramızda olması gereken bir ana kız ilişkisi hiç bir zaman olmadı. Kimseyi suçlamıyorum bu hikayede. Bursa’lı göçmen bir ailenin kızı iken sen git adını daha önce duymadığın memleketten birine aşık ol, onun peşinden adamın doğduğu topraklara git, mesleğini bu aşk uğruna terk et, üstelik ailen seni afaroz etsin bu evlilik için ve tüm bu hikayenin sonunda adam öldürülsün! Kolay değil, anlayabiliyorum. Ama bizim ilişkimiz babamın ölümü ile bozulmadı. İki ağabeyimi, İstanbul’da sağlıklı ve konforlu koşullarda doğuran annem, Gewer’in ilkel koşullarında üstelik saatler süren bir sancıyla ve ölüm tehlikesiyle beni doğurunca annem bana sahiplenememiş, sevememiş. Annemin rahminde ters durmuşum. O gün bugündür ana rahmindeki bu ters duruş benim kişiliğimin bir parçası olmuş adeta. Annem beni emzirmemiş, aylarca kucağına almamış, bu davranışlar da modern dünyanın psikolojik kuramlarına göre bağlanma problemi taşıyan nur topu bir çocuk olmama sebep olmuş. Hele de sekiz yaşında apar topar Norveç’e halasının yanına gönderilince, Bilge için annesi uzaklarda yaşayan ruhu hasta bir kadıncağız olarak etiketlendi.
Her yaz tatilinde, lanet okuyarak halamın zoruyla annemi ziyarete gelirdim. Babamdan sonra en çok halamı sevdim, başka da kimseyi sev(e)medim. Tüm hayatım boyunca ilişki problemi yaşadım. Bağlanma korkum vardır. Bırak sevgili, arkadaş bile edinmekte zorlanırım. Bir başkasına ihtiyaç duymam, duysam da bunu bir zafiyet olarak görürüm, güvenemem. Sosyal medya hesaplarım yoktur, herkesin mutlu, başarılı, iyiliksever olduğu sahte dünyaların yaşandığı bu mecralarda olmak hiç bir zaman ilgimi çekmedi.
Bu yaşıma geldim, halen aşk ve sevgi kavramlarını oturtamadım içimde. Belki de her insanda doğuştan gelen bu kodlar bende bozuk, belki epigenetiğim mutasyona uğradı.
Yirmili yaşlarıma gelmeden üniversiteye başlamadan önce insanı birey olarak çekici bulmadım. Bireyi toplumdan ayrı görmediğim için bireyin toplum içindeki davranışlarını, öte yandan toplumun bireyin davranışlarını nasıl etkilediğini incelemeyi ve anlamayı tercih ettiğim için sosyoloji okudum. O yıllarda birey olmayı bilmediğimi şimdi anlıyorum. Komik aslında; kendisiyle bağlantısı olmayan bir insan nasıl birey olsun? Şimdilerdeyse otuzlu yaşların sonuna gelmiş bir insan olarak birey olmayı yeni öğreniyorum. Bir işletim sistemi gibiyiz aslında. Kendi evrenimizi var ettiğimizi düşünürken aslında yazılmış programa göre hareket ettiğimizi düşünmeye başladım. Biz o programın ne muhteşem ne karmaşık ne sofistike olduğunu düşünüyoruz, bunu düşünmek bizi mutlu ediyor. Benim kodumda ilişki ve bağ kurma problemi varsa, varsın dursun. Benim modelim bu!
Bu problemimi yenmek için çok çaba sarf ettin mi diye sorsan “hayır” derim.. Uzun soluklu ilişkilerden hep kaçtım, edebiyata sığındım. Okudum, çok okudum. Çok farklı ülkeler gezdim, çok farklı insanlarla ve kültürlerle tanıştım. Çok farklı cinsel tecrübeler yaşadım. Kadın ve erkek rollerinin toplum tarafından biçilmiş olduğu cinselliğin aslında ne derece sıradan ve ilkel olduğunu çok genç yıllarda deneyimlesem de bunu idrak etmem otuzlu yaşların başında oldu. İstanbul’a gelinceye kadar aşkı ve cinselliği sorgulamadım. Ancak annemin ölümüyle İstanbul’da geçici bir süreliğine de olsa yaşamaya karar verdiğimden beri fark ettiğim şey şu: Türkiye’de özellikle de belli bir sosyokültürel düzeye gelmiş kadınlar cinselliği, aynı erkekle değil de başka bir insanla deneyimlemek istediklerinde “aşık” olmaları gerektiğini düşünüyorlar. Ve çok büyük anlam yükledikleri aşka ve aşık olduklarını sandıkları kişilere sımsıkı sarılıyorlar. Bir yerde esaret başlıyor. Erkekler içinse durum biraz daha farklı. Çoğu erkek, yaşadığı cinselliğe çok büyük anlam atfetmeden bunun tadını çıkarabiliyor. Oysa kadın, ruhsallıktan yola çıkarak işi ilahi aşka kadar götürebilecek sanal bir gerçeklik yaratıyor kendine.